NUMARALI
HADİS-İ ŞERİF:
حَدَّثَنَا
حَفْصُ بْنُ
عُمَرَ
حَدَّثَنَا
شُعْبَةُ
عَنْ
مَنْصُورٍ
عَنْ ذَرٍّ
عَنْ يُسَيْعٍ
الْحَضْرَمِيِّ
عَنْ
النُّعْمَانِ
بْنِ بَشِيرٍ
عَنْ
النَّبِيِّ
صَلَّى اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
قَالَ
الدُّعَاءُ
هُوَ الْعِبَادَةُ
قَالَ
رَبُّكُمْ
ادْعُونِي أَسْتَجِبْ
لَكُمْ
Nûman b. Beşîr
(r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
şöyle buyurmuştur: "Duâ ibadetin tâ kendisidir. Rabbiniz (c.c.) "Bana
dua ediniz, size icabet (ve duanızı kabul) edeyim"[Mu'min 60] buyurdu.
Diğer tahric: Tirmizi,
tefsirü sure; İbn Mace, dua; Ahmed b. Hanbel, IV, 267, 271, 276.
AÇIKLAMA: Hadislerini
terceme ve izah etmeye çalıştığımız konu dua ile ilgilidir.Hadis-i şerifin
muhtevası ile ilgili açıklamaya geçmeden önce, duanın mânâ ve lüzumu ile, duaya
karşı çıkanların fikirleri ve bunlara verilen cevapları Elmalık Hamdi
Efendi'nin tefsirinden sadeleştirerek ve biraz kısaltarak nakletmek istiyoruz:
"Duâ davet gibi
çağırmak manasınadır. Sonra küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya olan istek ve
niyaz mânâsına kullanılmıştır.
Duanın hakikati, kulun
Rabbi celle celâlühû'dan imdâd istemesi, inayet ve yardımını dilemesidir.
İlimden dem vuran bazı
câhiller duayı fâidesiz bir şey zannetmişlerdir. Bunların başında, yaratıcı
kudreti, kör bir kuvvet zanneden kör kuvvetçiler vardır. Fakat bunlardan başka
icab veya cebir nazariyelerine saplananlardan da bu konuda bir takım şüpheler
ileri sürmeye kalkışanlar olmuştur. Şöyle ki:
1. Dua ile istenilen
şeyin Allah katında olup olmayacağı bellidir. Olacağı belli olan şeyin olması
vaciptir. O halde duaya ihtiyaç yoktur. Olmayacağı belli olan şeyin ise,
olması mümkün değildir. Bu durumda yine duaya ihtiyaç yoktur.
2. Bu âlemdeki bütün
hâdiselerin başlangıcı olmayan bir müessirde son bulduğunda şüphe yoktur. O
halde bu evveli olmayan müessirin, ezelde olmasını gerekli kıldığı şey mutlaka
olacaktır. Olmasını gerekli kılmadığı şeyin olması ise, mümkün değildir.
Bunlar ezelde sabit ve mukadder olunca duanın da elbette tesiri olmaz... Hz.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bile "Allah kâinatı yaratmadan şu kadar ve
şu kadar sene evvel kaderleri takdir etti" "Olacak olan şeyle kalem
kurudu" buyurmamış mıdır? "Dört şeyden feragat hâsıl olmuştur: Ömür,
rızık, halk ve ahlâk" hadisi de mervî değii midir? O halde duadan ne
fâide?
3. Allah (c.c.)
gaybları bilicidir. Gözlerin hâin bakışını, sînelerin gizli tuttuğu niyetleri
bilir. O halde duaya ne hacet? Cibril (a.s.) bile bu mealdeki söz ile ihlâs ve kulluğun
en yüksek derecesine ermiş. Hz. İbrahim ateşe atılırken "Onun benim
hâlimi bilmesi benim istememe gerek bırakmaz" demekle, dostluk makamım
kazanmış diyenler, aklî şahitler ve sahih hadisler ile sabit olduğuna göre
sadıkların makamlarının en yükseği Allah'ın kazasına rıza değil mi? Duâ ise,
nefsin muradını Allah'ın muradına tercih ve beşerî hisseyi istemek ve sarılmak
demek olduğuna göre buna zıt olmaz mı? Bir hadis-i kudsî'de “Kimi, beni anması
benden istemekten meşgul ederse, ona isteyenlere verdiğimin en efdâlini
veririm" buyurulmamış mıdır? O halde duayı terketmenin evlâ olduğu bu
vecihlerle sabit olmaz mı? demeğe kadar varanlar olmuştur. Bunlara karşı
akıllıların ve âlimlerin kahır ekseriyeti duanın, kulluğun en önemli makamı
olduğunda tereddüt etmemişlerdir ve buna aklî ve naklî pek çok deliller
vardır:
1. Görülüyor ki,
yukarıdaki şüphelerin başı kader meselesinden Cebr ve İcâba dayanmaktadır.
Halbuki bununla duayı inkâra kalkışmak tenakuz olur. Zira bu surette insanın
dua etmesi ve duaya iman etmesinin vukuu ezelde biliniyorsa, o dua herhalde
yapılacaktır. Buna şüphe karıştırarak ibtâle çalışmak Cebr ve Kaderden
bahsetmek manasız ve eğer duanın yapılamayacağı belli ise, o zamanda inkâra
kalkışmağa ihtiyaç yoktur. O dua zâten yapılmayacaktır. Ezelde duaya bağlı
olarak takdir olunan isteklerin de herhalde dua şartıyla olacağının bilinmesi
gerekir. Meselâ yemek yemek şartıyla doyması takdir edilen bir kimsenin
istemek ve azmetmek şartıyla başarıya ulaşması takdir olunanın, doyması ve başarı
sağlaması, yemeğe ve isteyip azmetmeye bağlı olduğu gibi, duâ da böyledir.
Dolayısıyla birinci ve ikinci maddelerde ortaya atılan itirazlar eksiktir.
İstekle ve dua ile kayıtlı olarak vuku bulacağı bilinen mukadderat vardır.
2. Cenab-ı Allah
herşeyin evvelidir. Bu mânâ iyi düşünülünce anlaşılır ki, kadere mahkûm olan
Allah değil, yaratıklardır. Kaderler önce ise, Cenab-ı Allah da kaza ve
kaderden daha öncedir. Dua bu önceliği ikrar ve itiraf olduğu için kulluk
makamlarının en önemlisidir. Bize gelince Allah Teâlâ'nın ilmi ve keyfiyeti
kaza ve kaderini akıllarımız bilmez. Kaderin sırrı vukuun'-dan evvel belli
olmaz. Bu yüzden ilâhî hikmet kulun umut ve korku arasında koşup durmasını
gerektirmiştir. Umut başarıya sevk edici, korku ve sakınmada başarıyı düzene
koyucudur. Yaşamak bu iki hasletin dengesidir. Varlıkla yokluk arasında dönüp
dolaşan mümkünün mahiyeti budur. Bunun için ilm-i ilahî her şeyi kuşatıcı,
ilâhî kader ve kaza da her şeyde carî olmakla beraber teklifler sahihtir. Ümit
ve sakınma, istek ve azm kanunlarının biri de duadır. Bütün olaylar sebeplere
bağlı ise, dua da o sebeplerden birisidir.
3. Ashâb-ı Kiram
ResülüIIah (s.a.v.)'a Cebr ve kader meselesini sormuşlar:
Ya Resulallah ne
dersin? Bizim amellerimizin işi bitti mi? yoksa yeni başlayan bir iş midir?
demişler. "O, bir şeydir" denilince,.
O halde amel nerede
kalır (amele ne lüzum var, amelin ne faydası var)? sorusunu sormuşlardı. Bunun
üzerine "Çalışınız, herkes yaratılış gayesine müyesserdir"
buyurulmuştu. Hem kaderin önceden olduğunu hem de müyesser olmak için çalışıp
amel etmenin lüzumunu göstererek işin ne sadece Cebr ve icbar ne de mutlak
serbestlik olmadığını belki ikisi arasında orta ve icab ile ihtiyacın neticesi
"İki şey arasında birşey" olduğunu göstermiş ve m usa h h ar değil,
müyesser buyurmuştur. Şaşıranlar bu orta noktanın ya ifrat veya tefritine
düşenlerdir.
4. Duadan maksat,
ihtiyaç bildirme değil, kulluk gösterme, zillet ve düşkünlük arz ederek
müracaat etmektir. Maksat bu olunca, kaza ve kaderin rıza ile birlikte Allah'a
dua etmek beşerî hisseyi tercih değil, İlahî kudreti her şeyden daha fazla
ta'zimdir. Bu da en büyük makamdır. Cebrail'in ve Hz. İbrahim'in zikredilen
sözleri de yerine göre duanın en beliğidir. Kişinin istediğini açıkça söylemesi
duada şart değildir. Zaman olur edeb ve makamını bilen ehl-i huzur için hâl,
sözden daha üstündür. "Ya Rab! Huzurun-dayım, hâlim sana malûm"
demek, söyleyenin makamına kalbinin doğruluk ve samimiyeti derecesine göre en
şümullü dualardan daha belîğ olur. Daha doğrusu dua açık sözlerle olabileceği
gibi. kinaye ve imâ ile de olur. Bundan dolayıdır ki, cömert olana hamd ve sena
arzetmek duayı da içine alır. Bu sebepten "en efdal dua el-HamduIilIah
(demek)tir" buyurulmuştur.
5. Dua hakkındaki
naklî deliller o kadar çoktur ki, bunları ancak kâfirler inkâr edebilir. Şu
âyetler bu cümledendir: "Bana dua edince, duacının duasını kabul
ederinm.”[Bakara 186] "Rabbinize
yalvara yakara gizlice dua edin"[A'raf 55] "Bana dua ediniz, size
icabet edeyim"[Mu'min 60]
"Yoksa darda
kalana kendisine dua ettiği zaman icabet edene mi?"[Neml 62] "De ki,
dua (ve ilticanız) olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?"[Furkan 77]
İşte onlar kendilerine (öyle) bir azabımız gelip çattığı zaman olsun
yal-varmalı değil midirler? Fakat yürekleri katılaşmış."[En'am 43]
Sonuncu âyet
gösteriyor ki, Allah istemeyenlere gazab eder. Daha evvel Fatiha Suresinin dua
ve istemeyi Öğretme suresi isimlerini de hâiz olduğu ve bununla duâ âdabının
öğretildiği geçmişti. Kur'an-ı Kerim'in 14 yerinde geçen soru ve cevap âyetlerinde
“ = sana soruyorlar..." şeklinde başlayan soruya çokça veya =
(de).." kelimesiyle başlayan cevaplar verilmiştir. Halbuki üzerinde
olduğumuz âyette "Kullarım sana benden sordukları zaman" sorusuna,
veya denilmeden cevabında doğrudan doğruya = şüphesiz ben yakınım”[Bakara 186]
buyurulmuş, vasıta hazfedilmiş ve yakınlık duayı kabul etmekle beyan edilmiştir
ki, bunda büyük bir nükte vardır. Cenab-ı Allah, kulu ile kendisi arasına bir
aracının girmesini istemiyor ve sanki şöyle buyuruyor: "Kulum, vasıtaya
dua vaktinden başkasında muhtaç olabilirse de dua vaktinde benimle onun
arasında aracı yoktur. Ben ona böyle yakınım." "Ben yakınım"
buyurup da "kullarım bana yakındır" buyurulmaması gayet manidardır.
"Dua eden
kimsenin gönlü Allah'tan başkasıyla meşgul olduğu müddetçe hakikaten dua etmiş
olmaz...
İşte dua böyle bir
yakınlık vasıtasıdır. Dolayısıyla ibâdetlerin en efdalidir.Nitekim
aleyhissalatü vesselam Efendimiz = “Dua
ibadetin özüdür” buyurmuştur. Diğer bir hadis-i şerifte ise = "İbâdet duadan
ibarettir"[Üzerinde durduğumuz hadis.] buyurarak
âyetini okumuştur.
Dikkat edilirse
görülür ki, duayı mühimsemeyenler ibâdeti önemsemeyenlerdir. Bunlar ise,
Allah'ın yakınlığı gerekli kıldığım bilmeyen ve hatta Allah'a eşler
koşanlardır. Bunlar Allah'a yalvarmaktan kaçınırlar da yaratıkların teveccühüne
mazhar olmayı cana minnet bilirler. İşte Cenab-ı Allah bu bab-taki bütün
şüpheleri def ve kullarım irşad için duanın ehemmiyetine ve oruç-luluk halinin
buna en uygun bir hal olduğuna işâreten oruç emrinden sonra Resulüne buyuruyor
ki: "Kullarım, sana benden sorarlarsa, ben yakınım. Bana dua ettiği zaman
dua edenin duasına icabet ederim..."[M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili,
I, 662-667.]
Hamdi Efendi merhumun
duanın tarif ve önemi ile ilgili bu nefis beyânından sonra sadedinde olduğumuz
hadis-i şerifle ilgili açıklamalara geçebiliriz.
Hadis-i şerifte
ibadetin duaya hasredilişi, duanın önemine delâlet etmek içindir. Yoksa dua
ibâdet olmakla beraber, duadan başka birçok ibâdetler vardır. Duanın bu derece
büyük kıymeti hâiz olması, duanın bütün ihtiyaçlarda Allah'a karşı küçülüp ona
yalvarmaktan ibaret olan mahiyetinden ileri gelmektedir. Çünkü Allah'ın
huzurunda küçülmek, ona yönelmek ve ondan başkasından yüz çevirmek
demektir." Bu da ibadetin aslı ve özüdür. Çünkü dua eden kişi, dua
esnasında kulların haklarını yerine getirerek ilâhî hakları itiraf ederek
Allah'tan başkasından birşey ummaz.
Peygamber (s.a.v.)
duanın ibadet olduğunu söyledikten sonra bana dua ediniz size karşılığım vereyim..”
âyetini sözüne delil olarak okumuştur. Ancak âyetin, duanın ibâdet oluşuna
delâlet eden kısmı hadiste zikredilen kısmı değil, devamındaki "Çünkü bana
ibâdetten büyüklük taslay(ıp uzaklaş)anlar hor ve hakir olarak Cehenneme
gideceklerdir" bölümüdür. Bu âyetteki ibâdet dua manasınadır.
Burada şöyle bir soru
akla gelebilir: "bana dua ediniz" emirdir. Emir vücûbu gerektirir.
Yine “Cehenneme hor ve hakir olarak gireceklerdir" bölümündeki şiddetli
tehdid de duanın farz olmasını gerektirir. Halbuki duanın farz olmadığı
konusunda icma vardır. Duaya niçin farz denilmemiştir?
Bu soruya şu
şekillerde cevap verilmiştir:
1. Dua mefhumu farz ve
nafile tüm ibadetleri içine alır. İbadet de farzdır.
2. Buradaki emir
istihbâba delâlet eder. Duayı terk edenle ilgili tehdid de mutlak mânâda dua
etmeyenle ilgili değil, büyüklenerek duayı terk edenlerle alakalıdır.
3. Ayet-i kerimedeki
"dua"dan maksadın ibâdet olması muhtemeldir. O zaman âyetin manası,
"Bana ibâdet ediniz, size sevap vereyim” olur. Ancak bu mânâ hadisin
siyakına uygun düşmemektedir. Onun için gelmesi muhtemel soruya ilk iki
maddedeki cevaplar daha uygundur.